15 Mart 2015 Pazar

ÖLÜM

Ah! Tatlı ölüm
Tohumlar saçarcasına
Yürekte küt küt ağrısı
Bilmeden ezilen karıncalara ağıt
Yaşamaya serzeniş
Yakın
Ya da uzak
Ölüm her zaman güzel
Ölüm her yerde güzel
Fakat ağıtlar yakarak pişmanlıklarına
Sonu hiç gelmeyecek görünen hayatın
Kör bir kuzgunun damarlarından geçerek
ah ne iyi olurdu
ölmeden ölünebilse
tekrar tekrar ölünebilse
damarlarda kan kuruyana dek
anlaşılmadan hayat
yaşanmadan güzel şeyler
ne bir mektup ne bir iz
hiçbir şeyi bilmeyiz
yalnızca “öldü” deriz
evimize gideriz
oysa ölen kırılmış
parçalanmış
düşünmekten çatlamış
belki
belki ruhu kalmamış
karanlığa boğulmuş
ne buhranlarla boğuşmuş
ah bilemeyiz
elbet bilemeyiz
niçin boğulunur hayatta
kahkahaya cümbüşe
sebepsiz ve yersiz
neden konuşur insan
yaşamaya sebep ne
gözlerin daldığı nokta
ve bulanıklaşan rüya
ruhu kendine çeken
kaygılı düşünceler
düşünceler
düşünceler
bu gece bırakın beni
bu gece anlayın beni
beynimde olmasın sızı
sessizce uyuyayım
sonsuza dek
ruhumu arayayım

2 Mart 2015 Pazartesi

SEYYAH

Beynimin içinde kurulmuş şeytan tuzakları, Tanrıya olan tüm umutlarım ise cennetten cehenneme düşmüş.  Ben denizlerin kaybolmuş çocuğu, kim bilir ne kadar derinlerde boğulmaktayım? Ruhum ölgün, mekanım belirsiz; yaşamaya ramak kala tükenmişim. Bir şeylere ihtiyacım var, her şeyden ırak, hiçbir şeye yakın…
Stephen King bir  keresinde şuna benzer bir şeyler yazmıştı “ Bazen lanet ve kurtuluş arasında kesinlikle hiçbir fark yoktur. “ Bu bir döngü bana kalırsa. Birinin tükendiği yerde diğeri başlıyor. Tam hayatta huzura kavuştum dediğiniz yerde katıksız bir nefretin arasında boğulduğunuzu görürsünüz. Katıksız bir nefretin ortasında ise nereden geldiği belli olmayan bir mutluluk sarıverir bedeninizi. İşte bu deliliktir.
İşte böyle bir dünyada cam kırıklarından ibaretiz, tüm insanlar… Tekrar ait olduğumuz bedenlerde bütünleşmenin imkansızlığını anlatmak gereksiz.
Bir kurtarıcı gerek… Üzerinde hiçbir mukaddesat taşımayan bir kurtarıcı… Kitaplarda sayfa sayfa anlatılmayan, adına dünyayı saracak uzunluktaki bir metrajda filmler çekilmeyen bir kurtarıcı… Beni rüyalarımda bile kendime işkence yapmaktan kurtaracak olan bir kurtarıcı… Tüm insanlığa değil yalnızca bana…
İşte o zaman hazır olacağım tüm bu depremlere, fırtınalara, kasırgalara, volkan patlamalarına; teni kemikten ayıracak olan tüm acılara. Ah yaşamak! Ah büyük cücelik! Güneşin şarkısını söylemeye yeltenip kara deliklerde boğulmanın adı.
                Uğruna yaşamaya layık olan nedir uğruna ölmeye layık olan? Hayat kocaman bir “SAÇMA” dan ibaret değil mi? Camus’nün gördüğünü bir tek ben mi görüyorum? Nedir bu koca gürültü, bu kavga bu gam bu keder bu umursamaklığın umursamazlığı? Nerede mantık, nerede düzen, nerede güzel olan her şey? Sahiplerin ve sahiplik dileğindekilerin, herkesin, ölümü hiçbir şey anlatmaz mı insana?

                Ah ölmeli bir an evvel! Ölünmeli bu yaşanacak dünyada! Ölmeye değer bir köşe; bir dağ, bir bayır, bir sokak çöplüğü kuytusu… Keskin kokular çekerek ciğerlerimize ölmeli! Ta ki kelebekler doğana dek toprağımızdan, ölmeli… Yaşamı lanetlemeli!..

8 Nisan 2014 Salı

SABUN BALONCUKLARI YAHUT HAYALCİ ÇOCUK

Hayat bir sabun baloncuğu gibi… Esen rüzgârın önünde rastgele yalpalanıyor. Bazen sağa, bazen sola… Fakat en yükseğe ulaşacağını düşündüğün anda ufacık bir iniltiyle yok oluyor. Ufukların ardına değin sürecek bir yolculuğun hayali he zaman bir rüya olarak kalacak.  Sızlayan kalplerin ve titreyen gönüllerin arasında gidip gelen bir yokoluş… ve ne güzeli, bunca sallantısına ve korkulu titreyişine rağmen bir sabun köpüğü dünyanın tüm renklerini içinde yaşatır; asla ayrım yapmaz.
                Ah! Ne kadar parlak gökyüzü; ne güzel aydınlatıyor güneş üzerimizi… Bu benim hayatım; bu benim an’ım. Ruhlarda biriken acıları çalmak mümkün değil; onları bir bıçak gibi kesip uzaklaştırmak ne mümkün? Kiraz çiçeklerinin o engin huzurunu aramak ne boş bir hayal! Ah hayaller; ah mutluluk tutkusu!…
                Uzaklarda, çok uzaklarda bir kelebeğin kanatlarında yaşamak belki hayalim. Yarım bırakılmış bir hayat; satılığa çıkarılmış heveslerle nereye kadar yaşanılabilir? Bu acı içinde kıvrandığım hayat, bu sahte dostlar, bu pis kokulu şehir; hiçbir mantığı yok! Neden buradayım, niçin yaşıyorum. Ahmakların, fahişelerin, kana susamış vahşilerin arasında ne arıyorum. Memleketim neresi? Ah yaşamak kadar anlamsız bir uğraşa dalmış benim için ana yurdu neresi olabilir? Kimdir benim annem? Tutunacak dalım kimdir?
                Ah cesur yeni dünya; içinde böyle insanlar da var! İçinde insan olamamış yaratılmışlar da var. Ah sevmenin ve sevilmenin sesini unutmak da varmış böyle. Bütün bedenini kin ve nefret de sararmış insanın. Fakat neden? Kızmak için bir neden yok; suçlamak için de. Kanıtlanacak ne var ki? Her şey tıpkı bırakılmış olduğu gibi.
                Ağlamak ayıp, zayıflık ayıp, gülmek ayıp, sevinmek ayıp, düşünmek ayıp, mutlu olmak ayıp; ayıpların içinde koca bir insanlık kayıp. Varlık artık hiçlikten öte bir şey değil. Varım demek ne mümkün, varlığını ezmek için sıra bekleyen hiçler arasında. Varım demek; yok olmaya doğru atılmış koca bir adım.

                Gözün alabildiğinden daha uzaklarda mutluluğun hayalini kuran çocuğum! O uzakların ardında ne umut var ne mutluluk. O uzaklarında ardında yalnız koca bir hüzün ve yokluk… çünkü dünya senin anlayabileceğinden daha çok acılarla dolu, ey mutluluğu uzaklarda arayan hayalci çocuk!...

9 Mart 2014 Pazar

BUHARLAŞAN RÜYALAR

İşte başıma geliyor aynı şeyler. Dışarıdaki mutlu hayatın izleri yanaklarımda birer su  damlasına dönüşüyor. Ben neyim? Ne haldeyim? Neden beni mutsuz eden bunca şeye takılıp kalıyorum. Bir şeyler olmalı hayatımda; özgür kılmalı beni takılıp kaldığım zırvalardan.
 Neden ağlatır beni resmini gördüğüm bir nevresim takımı özenle düzenlenmiş bir oda içerisinde? Neden boşanır gözlerimden yaşlar yağmura çalan havanın pus kokusunu hissedince? İçimdeki bitmek tükenmek bilmeyen huzursuzluk, ellerimden bir türlü çıkmayan ağır nikotin kokusu ruhumu ıslak duvarlarla örülmüş karanlık bir zindana hapseder de bu farkına varmayış öldürür beni kuru lavanta kokuları arasında.
Yıllar önce anlamını yitirmiş bir yaşamak benimkisi. Hayatını ailenin ve sevdiklerinin yanında geçirmek varken neden bu zoraki hapis; kendi kendine verilen? Ah muhteşem eşeklik! Ah kitap yüklü ahmaklık! Verin bana tüm nimetlerinizi!.. Ah öyle ya; işlerimizdi bizi özgürleştirecek olan! Nasıl oldu da birkaç kağıt parçasına müptela olabildik anlayamıyorum.
Aylardır içimi kemiren bir huzursuzluk var. Ne yapsam, nereye gitsem, kime anlatsam… Ah bu ben değilim. Bu işinin kölesi olmuş ahmak, budala; hayır demekten aciz sersem… Hayatının baharında bu toy delikanlı. Bütün mesele büyüyebilmekte. Peki nedir beni büyütecek olan? Nedir dertlerime deva olacak olan? Ben miyim dünyayı tek başına sırtında taşıyacak olan ahmak?
Bir intihar düşüncesi sarıyor bedenimi; titriyorum en soğuk kış günlerinde çırılçıplak sokağa fırlamış bir adam gibi. Bu delilik nöbetleri korkutuyor beni anlamsızca. Uzaklarda kaldı rüyasını gördüğüm hayallerim.
Bu gece ağlayacağım ve gün doğumunda kahkahalarda boğulacağım. Ruhumu bırakıp ardımsıra, durduracağım vücudumu saran titreme nöbetlerini. Ve yine göreceğim umursamaz yüzleri, satılmış bedenleri; ruhumu nefreti saran insanların yüzüne gülümseyeceğim. Bu kadarla da kalmayacak, aptalca şakalar yapacağım, aptalca güleceğim. Bana hükmettikçe kendini krallar ve padişahlar arasında sayan insanların en iyi soytarısı olacağım. Hayallerini satılığa çıkaran ben için ne yüce bir hayat!..
Hikayeler anlatacağım ve onlardan nefret edeceğim. Ardından delicesine sevmiş gibi yapacağım onları. Kitaplarda yazan bütün bilgece sözleri yırtıp atacağım zihnimden. 
Akşam olacak her zamanki gibi; sabahın şuh hatıraları yerini ellerimde titrekliğe bırakacak. Çılgınca yumruklamak isteyeceğim taştan duvarları ve tahtadan masaları. Bir yumruk ezip geçecek ruhumdaki en hassas noktayı ve susacağım. 
Bu dünya, benim anlayabileceğimden daha fazla acıyla dolu...
"Sinirlerim bozuk bu gece. Çok bozuk. Gitme kal.
Bir şeyler anlat. Neden konuşmazsın hiç. Konuş.
Ne düşünüyorsun? Ne düşüncesi bu? Ne?
Ne düşünürsün böyle bilmem ki hiç. Düşün bakalım.”

T. S. ELLIOT Çorak Topraklar

17 Kasım 2013 Pazar

KEŞMEKEŞ

“Ve kitaptaki insanları sokaktakilerden daha çok sevdim.“ çünkü kitaplardaki en korkunç son, hayattaki en güzel başlangıçlara bedeldir. Kitaplarda yaratılan en korkunç karakter dahi okuyucuyu üzmez, kırmaz kalbini. Okuyucu kahramanın başına gelene üzülür; en azından ben böyle düşünüyorum. Hayat ise korkunç bir cahillik kampı; insanlar düşüncesiz, barbar, aptal… Uçkur düşkünü hayvanlar âlemi…

Bir rüyanın hayali peşinde koşarken buldum kendimi dünyanın en kenarında; varlığın sonunda, yokluğun varında… bir adım daha atsam kendimi uzayın karanlıklarına düşmüş bulacağım. Sonu olmayan karanlık, feri düşmüş gözlerimi tükettikçe tüketecek; yokluğu tadacağım. Kurulan tuzaklar ve yapılan ince hesaplar amacına ulaşmış olacak. Ellerimde titrekliği yaşadıkça bu acı hüznün; yalnızlığın, dost bulamamanın, keşmekeşlerin, girift bilmecelerin ve gözyaşlarının beni götüreceği yer dünyanın en kenarından düşüvermek bu sonsuz karanlığa.
Tuzaklar kurulmuşken bu garib ruhuma bu şehrin her köşesinde; kaçabileceğim tek yer köhnemiş kanalizasyonlardır. Belki gökyüzünün mavi aydınlığı… Ama bunun için artık çok geç. Sadece uzanıp uzaklara dalmak istiyorum. Uzakların aydınlığı doğuyor yüreğime.

Bu yalnızlık bir ömre bedel. Bana öyle geliyor ki uykusuz geçen gecelerin artık bir anlamı yok. Savaşmaya ve direnmeye değen hiçbir şey kalmadı artık hayatımda. Önceleri hala savaşılacak şeylerin olduğunu hissederdim; bu his öylesine güçlüydü ki bugüne kadar yüzümden tebessüm eksik olmadı. Ama yine de inanıyorum ki umut her zaman bir yerlerde yaşamını sürdürür. Onun da sıcacık bir yuvası vardır uzaklarda; bize yakın ya da uzak… Sıcacık yuvanın anlamını dahi unuttum aslında; sadece yazmak istedim, hatırlama isteğinin verdiği karşı konulamaz tutkuyla.

Yıllar oluyor, yıllar geçiyor; yapayalnız otel odalarında hayatım bir zindana dönüyor: kim bilir benden önce kaç kişinin ruhunu kirletmiş odalar?

İnanıyorum ki bu dünyada hiçbir şey boş değil; boşuna değil. Fakat her şey çok kırılgan; toprak, su, hava bile… Bir gün dünyanın tüm renklerinin şarkısı bestelenir mi? Bilemiyorum. Fakat sözlerini derinden hissediyorum. Bütün duygu çeşitleri, rengârenk, hayatımızın senfonisini oluşturuyor: sarı, kırmızı, siyah, yeşil… Bu şarkı hiçbir nota atlanmadan söylenmeli…

Hayatım… Sadece gitmek istiyorum; sevdiğim birilerinin olduğu yerlere. Hayatım ben sevdiklerimle olduğumda başlayacak. Ben kaybetmiş birisiyim ve kaybetmeye mahkûmum. Dışarıda yağmurlar yağdığında her zaman yapayalnız yürüyeceğim. Hala vaktim varken yokluğa giden bir trene atlayıp hayalini kurduğum uzaklara kavuşacağım. İnsanların biçimsiz ruhlara sahip olduğu bu dünyada ne kadar daha yaşanabilir? Asla bir parçası olamadığım bu dünyada artık nasıl yaşayabilirim?

“Dudaklarımda titrek bir hüzün

Sonu gelmez mi gündüzün?”

8 Ekim 2013 Salı

KÜÇÜK MAVİ NESNE


Bazı günlerim bana ait değildir. İnsanlar gelir ve giderler; kendi günleri gibi. Ben, zavallı çocuğu zamanın, içimde çizilmiş sınırlar arasında zikzaklar çizerek gidip geliyorum. Anlamı olan hayatlardan, anlamsızlaşan hayallere doğru; kör bir adamın dünyaya olan dokunuşları gibi…
Ruhları aydınlatan zindan, ölümü bekleyen aydınlık… İmgeler âleminde yaşayan kupkuru bir kafatası. Yazmak, yazmak istiyorum; beynimi kemiren düşünceler, ruhumu kirleten girift karanlık. Anlamsızlaşan hayat. Yokuşa sürülen gerçek. Yüklemlerim yok olmakta. Fiiliyattan uzak, yaşıyor muyum; yoksa yokların arasında bir ölü mü? Her şey dengesizleşmiş, dünyam umursanmaz bir umursanma içerisinde. Her an neler olacağının hesabını yapan acınası bir beyin.
Sözcüklerim bir serseri gibi salınıyor uzaklara. Uzaklardan çağırıyorum binlercesini. Yemyeşil vadiler ne de uzak bu karanlık ruhuma. Yakınlarıma serpiştirilmiş karanlık vadiler, çorak topraklar, azgın sular. Histerik gülüşlerim belliki ondandır. Azgın suların berraklığı, uzaklardaki yemyeşil vadilerin yansısını getirir kupkuru gönlüme. Sevinir, ağlamak isterim ama utanırım. Gözyaşlarım kelebek olur; gülücükler saçarım etrafıma. “Saçma” nın gülücükleri; “Hayat”ın… Yaşıyoruz. Sadece…
Bir tufan kopar hayatın okyanuslarında. Uzaklardan bir hayalin sessizliği duyulur. Yazılmamışları yaşarsın, yazılanların diş gıcırtıları arasında. Akşam güneşi canını yakar, sabahleyin batan ay içinde bir damla tutku bırakır. Umutları terk etme vakti gelmiştir. Karanlık düştü demin yüreğime. Hasret damla damla içimde birikirken, bu hasretin kime, neye, neden, niçin olduğunu anlayamamanın karanlığı…
Son yaprağı düşerken sonbaharın, yalvarırım, tekrar tekrar kışı görmek istemiyorum. Ardından gitmem gereken ışık nerede? Ruhumu emzirecek tufan nerede?

Benim adım Pertev. Giriş katındaki bir otel odasının daracık penceresinden bakıyorum hayata. Çokça bağırmadan konuşmaya çalışıyorum. Belki deliyim, belki değilim. Sanırım sen de beni gördün hayatının bir noktasında; bazen sorunlar içinde, bazen sessiz kavgalarımın ortasında. Belki kırılmış, zamanı geçen atılmış şeylerin arasında yaşamayı seviyorum. Bugün gömleğinin sol cebine yerleşmiş, seni izleyen, küçük mavi bir nesneyim. Çin’de üretilmiş; camdan yapılmış… 

28 Ağustos 2013 Çarşamba

28.08.2013

Penceremin pervazlarında rüzgârı dinliyorum. Rüzgâr tenimi okşuyor. Darağaçlarında sallanmanın ürpertisi doluyor içerime. Bir hayalperesti izliyorum dağınık mor bulutlar arasında. Öyle görünüyorki geçmişin bütün pişmanlıkları bu rüzgârın uğultusu içerisinde bulanıp kayboluyor.
Evrenin ortasındaki bu biçare yalnızlık nasıl anlatılabilir. Şehrin banliyöleri arasında haykırışlarım, çığlıklarım tiz bir şekilde yayılsın istiyorum. Bütün camları patlasın bu külden şehrin; Anlamsız bir yitikliğin son çırpınışlarıyla. Neden umarsızca karşımda dikiliyor bütün aynaları yoksunluğun? Yaşamak gün geçtikçe anlamsızlaşıyor. Anlamını kaybediyor artık hayatın mekaniği. Paslanıyorum; makineleşmişim. Herkes gibi. Korkunç bir sonu en başından kabul etmişçesine yaşıyorum. Sadece giyotinin başımın üzerinden ineceği anı bilemiyorum hepsi bu.
Yarınımı istiyorum. Hep hayalini kurmuş olduğum güzel yarınımı. Bir hayalim olup olmadığını bile hatırlamıyorum. Makineleşen bu dünyanın mekaniğinin bir parçasıyım altı üstü. Feda edilebilir dişlilerden bir başkası, ya da silikonların… Bunu nasıl başardıklarını anlayamıyorum. Yaradan’dan sonra bir irade daha var üzerimizde. Sonradan oluşmuş. Belki de en başından beri var. Bilemiyorum. Her şeyin farkındayım. Olan biten her şeyin… Ama parmaklarımı bile kımıldatacak cesaretim yok. Sanki ruhumu kaybetmişim. Hayır… Öyle demek istemedim. İnancım var.
               Otoyolların üzerinde akan bir nehir gibi hayatım. Suları lastik tekerlekler altında ezilip hırpalanmış. Uzaktan temiz ve sağlıklı, yakından zehirden ve kurumaya yüz tutmuş; damla damla savruluyor uzaklara. Ne yapacağımı, nasıl yapacağımı bilmiyorum. İnsanlardan şikâyetçi değilim artık. Onlar sadece rollerini harika oynuyorlar. Yakınlar uzaklaşıyor, uzaklar yakınlaşıyor. Zamanın tik takları işliyor. Her şey olabilir ya da hiçbir şey olmaz. Belirsizlik beynimi kemiriyor.

               Hayat boyu sürecek olan bir fırtına kopmak üzere. Hayat boyu umut… Hayat boyu ölüm…

31 Ocak 2013 Perşembe

BEDEVİ

Toprağı çorak illerde
Evleri harap köylerde
Ruhları azap gözlerde
Ben bir garip bedeviyim

Sözlerim derin bir matem
Varlığa hasret bir meltem
Bana tabuttur bu alem
Ben bir garip bedeviyim

Yolum uzun, menzil ırak
Kara toprak, bana yatak
Ateşi sönmez bir ocak
Ben bir garip bedeviyim

Ellerim titrek ve hüzün
Sonu gelmez gündüzün
Unutulmuştur yüzün
Ben bir garip bedeviyim

Garip yüreğim azaba eş
Ruhum çile, kan, keşmekeş
Haykırış; kavrul ve birleş
Ben bir garip bedeviyim

Ey dost; yol ver gideyim
Sonsuza bir süzüleyim
Yar kim imiş öğreneyim
Ben bir garip bedeviyim

6 Ocak 2013 Pazar

RIDICULOUS IDEAS

               All have gone... Oh, I did't care. I've never cried for yesterdays. You know, crying doesn't change anything. But I wish, it can.

              Writing is all I can do. Some people are sneering when I wrote something. But they have no emphaty. So tell me, how can I keep myself from writing? You can try to crucify me, but you can't crucify me. Maybe you can crucify my body, but you can't crucify my spirit.

              In my opinion, I have to retrieve my ideas again. Because during my lifetime, I have seen some people were jeering to me. I have a weak body, but I have strong ideas. I can touch to people's heart and I can make their heart soft. At the other hand, I can make their feelings strong. That is the power of the words.

               I have been bound by the evil thoughts. Day by day, I have been thinking more about the idea of saving me from that evil thougts. They can consume my spirit and maybe there will be nothing left to be done. Therefore, I have to be quick.

                Well, you selfish idiot people; keep you distance far away from me. I will not be one of you. I have my own way. Or tell me where were you whenever I need somebody near me? You are only thinking yourselves. That is all. And you are calling me as your friend; aren't you? What a selfish stupid idea. I hate you all. You and your poor ideas.

              I really  wonder when I see the people telling me that I am your friend. I do not accept anybody's friendship. Because everyone I met has hurt my heart. I don't want to hear their voices. I really agree with myself that I can't talk. I can only write.

              All that people that I called as my friend once upon a time was Turkish. I hate them. Whenever I remember them, that is driving me insane. Stupid idiots... Heartbreakers... Selfish people... When I was 15, I found a foreign friend to talk; she had listened to me, she had talked to me; those days was beautiful. Then I lost my connection with her. After a long time; I found another one; A foreign Muslim friend; he was an open minded person. But he had gone too. I was on my own.

                At last; I am here. Here and alone; nobody is trying to hear me; nobody is trying to understand me. I am trying to explain myself with writing something. I don't want to use my language when I am writing. I hate this country and its people.

             
             
               

                 

2 Ocak 2013 Çarşamba

YILDIZLARIN SESİ


Dinlenmeksizin devam eden bu yolculuk artık bitmeli, diyor içimdeki dingin ses. Yakında milyonlarca yıldızın sesini duyacaksın diye devam ediyor. Gökyüzüne açılan bu tuhaf kapıda başlayan yolculuğum ne gün biter, diye düşünerek yürüdüğüm yollar uzadıkça uzuyor. Şaşırarak izlediğimiz yıldızlar bizim sandığımızdan daha etkileyici ve enginler. Fakat sesleri!... Seslerinin milyonlarca ruhu dinginliğe ulaştıracak kadar güzel olduğunu söylerler. Geceler boyu hayalini kurduğum o sesler... İçimdeki dingin sese göre artık duyulacak.
Karanlık çöktüğüne aydınlık yüzlerimize; bir hüzün kaplar içimizi. Akşamın en güzel saatidir o an. Milyonlarca yıldızın gökyüzünden bizi izlediği etkileyici zaman... Ne güzelsin sen ey gece!...
Yaşadığım zaman yeryüzünün çorak topraklardan ibaret olduğu, istikbalin bütün umutlardan münezzeh olduğu, kurumuş ağaçların nimet görüldüğü, insanların birbirlerinin kanına susadığı; lanetli bir zaman. Geçmişin o en kötü savaşları artık hasretle anılıyor. Göze karşı koca bir beden feda ediliyor. İnsanların gerçekten insan olduğu birçok zaman artık hatırlanmıyor. Geçmişin iki büyük dünya savaşı ne yüce nimet; artık anlaşılıyor.
Herkes gibi bende kendi yolumda yapayalnız ilerliyorum. Ah! Menzilimden ne kadar da uzağım! Aydınlık ne kadar uzak sönmeye yüz tutmuş gözlerime! Huzuru bulmak için çıktığım bu serüvende gönlüm ne zaman dinginliğe kavuşacak?
“Eğer hakikati arıyorsanız hayatınız asla eskisi gibi olmayacaktır.” demişti eskilerden biri. Hakikat aşılması güç, koca bir uçurum. Yeryüzünde mevcut mu? Bilemem. Yaşamış olduğum çağda her şey saçma. ARM beyinler, CARL ZEISS gözler, BMW ayaklar...  Camus “Hayatın anlamı ‘saçma’dır.” derken doğruyu fısıldıyordu yüzyıllar önce. Ve yüzyıllar önce unutulup gitti.
Yıldızlar, diyordum. Yıldızların sesini duymak. Enginliğin; uçsuz bucaksızlığın ve gerçek yalnızlığın sesini. Böyle sözler eskiden bir değer taşırdı; söyleyenler baş üzerinde taşınır, sayfalara gömülen gözler kendisini sonsuz bir alemde bulurdu. Artık her şey sahte; sonsuzluk sanal bir gerçeklik; inananları bir avuç meczup.
Gözlerimi kapattığımda kendimi bulduğum bu uçsuz bucaksız alemde yıldızlara son bir kez bakıyorum. Gözlerimi açtığımda karşımda duran parlak zehir. Hayatım darma duman. Ben neyim ve niçin yaşıyorum; gereksiz sorular. Vakit erken. Bir gün yıldızların sesini duyabilecek miyim, bilmiyorum. Hayallere daldığımda yazdığım birkaç mısra belki bana o sesi getirir:
Yolum uzundur, menzilim uzak,
Hayatım yokuşlu, sonsuza kaçak
Ateşi ruhumda tüten ocak,
Ben bir garip bedeviyim.
“Ve vardır doğu göllerinin gizli bahçelerinde saklı bir hüzün...”